BİR 12 EYLÜL MASALI
Hava çok sıcak. Daha haziran ortasındayız ama Antalya’nın boğucu sıcaklarının yaşandığı bir gün. Bu gün 19 haziran 1981.
Okuldaki seminer çalışmalarından dönüyoruz eve. Eşimle, birbirine yakın iki okulda çalışıyoruz. Okul önünde bekliyorum eşimi, gelince birlikte yürüyoruz eve doğru. Oğlan on, kız üç yaşında. Yanımızda yürüyorlar. Ev uzak değil. Gidilecek, birlikte sofra hazırlanacak. Neler varsa yenecek. Asansör altıncı kata çok ağır çıkıyor. Ya da çok acıkmışım. Çocuklar sabırsız, ben onlardan aceleci.
Sofra hazırlıyoruz.Ülke güllük gülistanlık. Huzuru ve düzeni bozanlar içeride. Ülke uçurumun uzağına çekilip kurtarıldı.
Yorucu, yoğun bir eğitim yılının sonuna geliyoruz. Tatil hayallerimiz. Nereye gitmeli? Çocukları ve kendimizi dinlendirmek gerek. Hayallerle birlikte sofrayı da kuruyoruz. Her şey tamam sayılır.
Oturalım çocuklar! Saldırın! …
Zırrrrrrrrrrrrrrrrrr! Zızrrrrrrrrrrrrrrrrrrr! Kapı çalıyor. Kim olur bu sofra saatinde?
“Buyrun? Şey, siz, siz kimi aramıştınız?”
Güler yüzlü, tıknaz, boyunsuz, topacık veya şişmanca bir kişi. Az gerisinde esmer, uzun boylu,asık suratlı ,tedirgin duruşlu bir başka kişi.
“ A. G. siz misiniz?
“Evet benim . Ne istemiştiniz?
“Polis. Bir konuda bilginize başvuracağız . Bizimle geleceksiniz.”
Devletin polisi. Devletimin, benim bilgime baş vurmaya gereksinimi varsa elbette elimden geleni yaparım. Serde eğitimcilik de var. Esirger miyim bilgimi devletimden.
“Elbette gelirim.”
“Hanım, kazaklarımdan birini verir misin.” Malum yaz ama , yaklaşık bir yıldır havalara hiç de güvenilmiyor.Yaz ortasında kar da yağabilir, balta kesmez buz da oluşabilir.
Aşağıya indik. O kadar nazik davranıyorlar ki, koluma girdiler. Üçüncü kişinin beklediği otomobile doğru yürüdük. Beni nazikçe otomobilin arka koltuğuna itip iki yanıma oturdular. Yanlışlıkla, esmer olanın dirseği böğrüme çarptı. Nefes almakta zorlandım ama kaza, ne yaparsın.
Gidiyoruz.
Tahminlerde bulunuyorum:
“Başarılı bir öğretmen olduğumu anladılar. Eğitimdeki açmazlarımız konusunda görüşüme başvuracaklar.”
“Abarttım galiba. Olsa olsa bu yılki çalışmalarım nedeniyle plaket verecekler.”
“ Tamam, beni iyi bir tatille ödüllendirecekler. Yer tercihim için götürüyorlar.”
Geldik.
Yanlış mı geldik? Karakol burası. Şarampol Karakolu olduğunu sonradan öğrendim.
Ama ne işim olur karakolla?
Okulumun bitişiği olduğu için sadece Yenikapı Karakolunu biliyorum. Günde en az iki kez önünden geçerim. Burası? Bu karakol?
Vardır bir nedeni .
Ne iyi polisler, beni, uçurur gibi beş altı basamak merdivenlerden çıkardılar. Girişte, aşağıya doğru inen başka basamaklar vardı. Kolayca ineyim diye arkandan nazikçe ittiler. Ama bende hep sakarlık vardır. Tökezleyip yuvarlanarak indim merdivenleri. Kalkmakta biraz zorlandım.
Ha… Söylemeyi unuttum. Girişte üzerimdeki para , saat, kemer gibi gereksiz eşyalarımı bırakırsam daha rahat edeceğimi yine nazikçe rica etmişlerdi. Polisime elbette güvenirim. Tümünü seve seve bıraktım. Gelelim aşağıya.
Antalya’nın bir özelliği vardır: Yazın boğucu sıcaklarda binaların bodrum katları en rahat edilecek yaşam alanlarıdır.
Elbette devletimiz öğretmenini boğucu sıcaklardan koruyacaktı. Nerde o zamanlar, şimdiki gibi klimalı odalar? Burası da, yerden 5-6 metre altta bir bodrum. Yan yana, bir çok küçük odacıktan oluşuyor.
Ağır ağır kendime geldim. Yalnız değildim.Bu genç insanlar da kim? İki, üç, beş, on…
Yoksa bunlara ders vermek için mi getirildim? Ama bunlar eğitimli yüzler. Eğitimli bakan gözler hepsi.
Hayır! Bunlar nereden çıktı? Öğretmen arkadaşlarım. İ. Çelik, Hasan T. Ö. Çelik, Naci S. ….
Ayrıca , şahsen tanıdığım bazı memurlar, avukatlar, bazı daire müdürleri. Dostlarım olan kişiler. Tanımadığım başka kişiler. Devletimiz bizi burada neden topladı acaba? Oldum olası zekama güvenirim.Olayları çabucak çözümleyiveririm. Bu durumu da şıp diye çözdüm:
Devletimiz bizi buraya , dış tehlikelerden, düşmanlardan, Yurt hainlerinden korumak için toplamıştı. Ne kadar asil bir düşünce! Devletimiz, eğitilmiş elemanlarını, eğitecek elemanlarını, gençliğini bağrına basmış, korumak için en korunaklı, olabildiğince de konforlu sayılacak mekanlarda toplamıştı.
Gözlerim doldu. Devletimizin, polisimizin kıymetini bilememiştik. Onların ne özverilerle bize kol kanat gerdiğini yeni anlayacaktık.
Kucaklaştık, duygulandık. Sanki yıllardır görüşmemiştik. Oysa en çok birkaç gündür görüşmemiştik. Gözlerimizin içi gülüyordu. Ne şanslıydık. Dışarıda korumasız kollamasız kalanların Allah yardımcısı olsundu.
Sonra yeni gelenler oldu. Çoğu dostlarım, arkadaşlarımdı: Avukatlar Hasan E…, G. Acar, B. Özdemir.
Daha başka öğretmen, memur, sendikacı dostlar… Ve çokça gençler.
Mekanda, dar, uzun bir koridor, bu koridora açılan ( yanılmıyorsam ) dört küçük oda vardı.
Odalar şöyle “tefriş” edilmişti:
En kalitelisinden seçilmiş enfes birer hasır, hasırların bir bölümünü kapatan, antik değerlerinden kuşku duyulmayacak birer kilim. Sanırım bu kilimler, burada daha önce ağırlanmış konuklar tarafından, birer anı olarak bırakılmış. Renklerini seçemediğim bir kaç yastık aksesuvar olarak serpiştirilmişti.
Artık bu kadarına da pes doğrusu! Köşede bir toprak testi. Soğuk su içebilelim diye. Her şeyi devletten beklemeye alışık olan bizler için bile bu kadarı fazlaydı doğrusu. Bu yoksul ülke, bizim için ne fedakarlıklara katlanmadı ki?
Bu kadar da değil: Koridora ( o yıllarda pek de ucuz olmamasına karşın ) kocaman bir plastik bidon konmuştu. Köşede çok görkemli duruyordu. Çok önemli bir gereksinim için konmuştu oraya:
Çişi gelen sevgili gençler ve biz değerli aydınlar, o kutsal bidona def-i sidik (affedersiniz ) edecektik.
Böylece bir sürü basamağı tırmanıp yukarılara çıkmaktan bizi kurtarmıştı aziz devletimizin aziz görevlileri. Pekiyi, büyük hacetimiz gelirse n’olacaktı? Günde bir kez ve sırayla, sabahları def-i hacet hakkı.
Bu hakkımızı sabah erken, büyük bir disiplin içinde , bir kez ve çabuk kullanacaktık.
Biz, disiplinli bir toplumuz. Değilsek de olmalıydık. Ne o öyle günde üç beş kez tuvaletlere koşma? Bu yoksul halkımız,zavallı bütçemiz kaldırabilir mi bunu?
İçeride gayet özgürdük. Hiçbir işimiz, sorumluluğumuz yoktu.
Görevliler bizim rahatımızı o denli düşünüyorlardı ki, eşlerimizin, çocuklarımızın bile bizi rahatsız etmesine izin vermiyorlardı. Onlar bize günde bir kez yemek getirebilirler, görevlilere bırakıp dönerlerdi.
Sık sık aramıza yeni kişiler katılıyordu. Bunları kura ile mi, yoksa gelişi güzel mi seçtiklerini bilmiyorduk. İçlerinde tanıdıklar da oluyordu. Bunlardan bir tanesinin gelişini hiç unutmam. Ayakta zor duruyor. Yüz şiş. Dudaklar patlamış, ayak tabanları yarılmış, kan revan içinde.
Meğer bizlerin yanına gelebilmek için çektiği eziyetlerin eseriymiş bunlar. Rahmetli çok iyi bir ceza avukatıydı. Meslektaşları öyle diyor. Ben onu çok iyi bir briççi olarak da tanıyorum. Edebiyatla , şiirle arası çok iyiydi. Zavallı Yusuf Ö… Bizi bulabilmek için üç dört karakol dolaşmış, her birinde bir iki gün konuk olmuş. Nihayet yardımsever memur arkadaşlar bize ulaştırdılar. Dedim ya, o da biraz sakardı benim gibi. Yolda belde hep düşüp kalkarken, kendini şuraya buraya çarparken bir hayli yıpranmış.
Böyle kendini yara bere içinde bırakanlar olursa dışarıdan aldırdığımız , o günlerin popüler bir merhemiyle ovarak rahatlatmaya çalışıyorduk.,
Memurlar zor kurtarmışlar. Kötü bir durumda getirdiler.
Tedavi ettik.
O zamanlar, şimdiki gibi özel televizyon furyası yoktu. Sadece TRT vardı. Tek doğruyu, tüm doğruları biz ondan dinler, ondan izlerdik. Baştaki büyüklerimiz düzenli olarak, günde birkaç vakit oradan bize hitabeder, Huzur ve güven ortamında nasıl mutlu yaşadığımızı bize hatırlatırlardı.
Bizlere bambaşka olanaklar da hazırladılar: Dizi filmlerde rol aldık. Benim ilk ve son televizyon dizim o zaman yayınlandı.
Rollerimiz bizlere güzelce ezberletildi. Biz, ülkemizi dış mihraklarla birlikte batırmaya çalışan kötü adamları oynayacaktık. Antbirliği, ESO’yu soymuş olacaktık. Polisle silahlı çatışmaya girmiş olacaktık. Oyun tabii. Yani rol. Bunun için iki ay kadar traş olmadık, yıkanmadık. Amaç inandırıcı olsundu.
Hepimiz tam birer kötü çocuk rolündeydik. Yalnız bir sorun vardı: Hiç birimiz askerliğin dışında silaha dokunmamıştık. Onun için çekimler anında elimize silahlar verilmesini nazikçe reddettik.
Çekimler çok başarılıydı. Ama sadece bir akşam gösterildi. Üzüldük. Nedeni de, Daha bizim gibi pek çok amatör oyuncunun sırada bekliyor olmasıydı. Bencil olmamalıydık. Bu huzur dizisinin her gün iki üç bölümü yayınlanıyordu. Müthiş bir izleyici kitlesi vardı. Yani reyting tavan yapmıştı. Gerçi yarışacağı başka kanallar yoktu ama, TRT’ nin zirvelerde olduğu yıllardı o yıllar.
Ne yıllardı o yıllar?… Ne TRT’ydi TRT ?…
Zavallı TRT. Şimdi bir sürü özel kanalın arkasından nal toplamak nasıl da zor geliyordur.
Şarampol Karakolundaki konukluğumuz yaklaşık iki ay sürdü. Tebdil-i mekanda ferahlık vardır diye düşünen büyüklerimiz, bizler için yeni tatil olanakları araştırmışlar. Bizim yararlanacağımız seçilmiş yeni mekana, yargının da olurlarıyla taşındık. Buraya gelinceye kadar geçirdiğim ufak tefek kazalarla başınızı ağrıtmıyayım.
Örneğin, yanlışlıkla çıplak elektrik kablolarına dokunup fenalaşmak gibi. Yerdeki kalınca sopalara basıp ayaklarımızı, avuçlarımızı, sırtımızı, kaba etlerimizi yaralamak gibi, başımızı dikkatsizlikten duvarlara çapmak gibi önemsiz kazalar.
İkinci Tatil beldemiz, ulu bir çınarın çevresine sıralanmış dinlenme evlerinden oluşuyordu. Dışarıdan izinsiz girilmesi yasaktı. Bu özgürlük ortamı bizler için tahsis edilmişti. Ahşap mobilya ranzalarda , çok samimi görüntülerimizle üçer beşer kişi yan yana, sırt üstü, fazla kıpırdaşmadan istirahat esastı. Her şey tam ve lüks idi.
Burada entelektüel kalite iyice yükselmişti.
Belediye Başkanı , Antbirlik Müdürü, aydınlar, öğretmenler, sendikacılar, gençler, genç çocuklar… Bu, Sadece Yargıçların, polisin ve kahraman ordu büyüklerimizin izin, emir ve torpilleriyle şanslı kişilere özel Tatil beldeleriydi.
Bunlar, buraya gelebilmek için kim bilir nasıl çaba harcadılar? Hangi başarılarından dolayı ödüllendirildiler?
……………………………….
Geçmişe atıp tutanlara bakmayın siz. O günler huzur günleriydi.
“Ne tekim” herkes memnunda yaşamından.
“Ne tekim” bir çok kişinin ekonomik durumu zirve yaptı.
“Ne tekim” , sevgili halkımız da o günleri % 92 lik kahhir çoğunlukla bağrına basmadı mı?
Gerisi laf-ı güzaf…
Kulakların çınlasın 12 Eylül...
A.Kadir GÜNDÜZ
www.kaledran.com