YARINA AĞIT
Genç adam otomobilini tepede durdurdu. Yıllardır görmeye can attığı yöreyi ilk kez görecekti.
Yavaşça kapıyı açıp otomobilden çıktı. Yönünü önce denize döndü. Yıllardır görmeyi hayal ettiği masmavi denizi görecekti. Dedesi ona yörenin pek çok fotoğrafını aktarmıştı yıllar önce. Onları en önemli dosyalarında, bilgisayarındaki en önemli hazineleri olarak saklıyordu. Masmavi denizi, kıyıdan zümrüt bir kolye gibi çevreleyen zümrüt yeşili muz bahçelerini görecekti. Hem de şimdi görecekti.
Hayal meyal hatırlıyordu. Üç ya da dört yaşlarındaydı, bir kez gelmişti buraya.
Dedesinin anlattıklarından anımsadığına göre burası Liman Tepesi olmalıydı.
Çevreye bakmadan önce gözlerini kapadı. Havayı içine çekti. Sonra yavaşça yönünü denize dönüp gözlerini açtı. Ama ? Bu deniz, bu renk?… Bir yanlışlık mı vardı? Denizin rengi neden böyle?
Koyu, kirli çamurlu bir renk. Üzerinde kirli grimsi köpükler. Sonra, ağır ağır soluna doğru döndü. Hep hayal ettiği zümrüt yeşili muz bahçelerini aradı gözleri. İnanamadı: Yoktu aradığı. Önünde uzanan küçük ovacık, aradığı Kaledran cenneti değildi. Ne muz bahçeleri, ne asırlık çınar ağaçları, ne de yamaçları süsleyen Akdeniz’in o ünlü makiliklerinden eser yoktu. Yeniden, dikkatle baktı:
Kıyı, acayip görünümlü bir sürü bina ile dolmuştu. Geriye doğru, birer canavar gibi çalışan iş makineleri, ya yeni bir bina için temel kazıyor,ya da çevrelerinde oluşturdukları kirli artıkları denize doğru iteleyip dökmeye çalışıyordu. O ünlü , sevimli, kışın biraz haylaz olan Kaledran Çayı mı? Artık yoktu. Yatağında bir tek ağaç bile yoktu. Dozerler, greyderler çay yatağını dümdüz etmiş, yeni yapılar için hazırlıyorlardı.
Gördüklerine inanamadı. Dedesinin anlattıklarını anımsadı. İçi cız etti. Nasıl da severdi dedesi buralarını. En önemli anılarının biri öğrencileriyle olan anıları ise, diğeri Kaledran’la ilgili olanlardı.
Gözleri doldu,içi daraldı. Aşağıya inmeden buradan dönmeyi düşündü bir an. Burasının, belleğinde dedesinin anlattıkları gibi ve onun çektiği resimler olarak kalmasını istedi.
Uzun süre ayakta kaldı. Düşündü. Yaşadığı hayal kırıklığı bir yana, yaşlı dedesine nasıl anlatacaktı durumu? Onun belleğindeki eşsiz cennetin bu durumunu anlatabilmek kolay mıydı?
Hemen geriye dönüp oradan uzaklaşmayı düşündü. Kararsızdı. Ne yapmalıydı? Arabaya girdi.
Hayır, dönmeyecekti. Aşağıya inip neler olduğunu öğrenmeliydi.
Ağır ağır virajlı rampaları inmeye başladı. Önünde kocaman bir levha:
”KALEDRAN’A HOŞ GELDİNİZ.”
İlerledi. Eski çay yatağının üzerinde hala ayakta olan Köprünün az gerisindede durdu. Arabayayı park edip çevresini gözden geçirdi. Bir grup ihtiyar, oradaki tek yeşillik olan çam ağacının altında, Sessiz, dingin, durgun oturuyorlardı. Yaklaşıp selam veridi. Çevrede, orada oraya koşuşturan telaşlı bir kalabalık vardı. Bu yaşlılar, tüm o kişilerden uzakta, geçmişten unutulmuş gibi öylece oturuyorlardı.
Selamı ya duymadılar, ya da duymamış gibi yaptılar.
Bembeyaz sakallı, yorgun mavi gözlü olan yanındaki esmer olanı dürttü:
“ Bu da mı arsa peşinde dersin? Yine o paralılardan biri galiba?”
Genç adam bunu duydu. Onlara yaklaştı:
“ Yabancı değilim, ben de buralı sayılırım.” dedi
Hepsi de genç adama ilgiyle baktılar. Sonra birbirlerine bakıp, bu adamı tanımadıklarına karar verdiler.
“Ben, Kadir Hoca’nın torunuyum. Buralara, çocukluğumda gelmiştim. Ama böyle değildi buralar. Neler oldu? O eşsiz bahçeler? O zümrüt yeşilliklere ne oldu?” dedi.
Yüzleri değişti. Sanki kıştan bahara, geceden gündüze döndü bakışları.
“Hoş geldin oğul, hele gel yakınımıza. Artık bizim göz ve kulaklar pek uzağa erişemiyor.”
Kadir Hoca’yı hatırladılar. Yıllardır gelmiyordu köye. Gerçi daha gençken de yılda ancak bir iki kez gelirdi. Oturur, gençlikten, yayla yollarından, okul yıllarından konuşurlardı.
İyice yaşlanmış, elleri titreyen, ama yeşil gözleriyle sevecen bakan, güleç yüzlü ihtiyar konuştu:
“ Bana burada Ak Dayı derler. Çok severdim dedeni. O da beni sever, hal hatır etmeden geçmezdi.
Nasıl şimdi. Sağlığı iyi mi? “ dedi.
Genç adam gruptakileri tek tek süzdü. Hepsi tertemiz yüzlü, görmüş geçirmiş asil insanlardı. Bunların hiç kimseye karşı içlerinde bir, kötülük, kin, garaz olmadığı okunuyordu gözlerinde.
Bir başkası :
“ Bana da Ak Dede derler. Dedenin iyi arkadaşıydım. Bibirimize takılmadan, şakalar yapmadan duramazdık.”
Bir diğeri:
“Ben bakkal İbrahim, şu yanımda oturan da Bakkal Avni. Yani bir zamanlar bakkaldık. Şu iki koca süpermarket açıldıktan sonra pabucumuz dama atıldı”
“ Yormayın çocuğu .” dedi iyice yaşlanmış sevimli bir ihtiyar.
“Yeğenim, ben, dedenden daha büyüktüm ama aramızda unutulmaz sohbetler, hoş şakalaşmalar olurdu hep. Ben, onu milyonlar borçlandırmıştım. Her gelişinde katlanıp büyüyen alacağımı isterdim. O da; “ Kaçıyor muyuz, ölesiye borcum.” derdi.
“ Borç da neydi dersen; Yayla yolunda, sigarası bitince, benden beş on sigaralık kaçak tütün almış olmasıydı. Ben, alacağımı, her gelişinde, ona, yüze katlar, isterdim. İşi öyle ciddi tartışıdık ki, çevreden bizi dinleyenler bunun bir şaka olduğunu anlayamazlardı. Selam götür dedene. Kim derse, hatırlat dedene. Belki o da benim gibi unutkan olmuştur artık. Murat Karadağ benim adım. Kara Dede Muradı dersin.”
Genç adam hepsine sevgiyle baktı.
“Tabii ki selamlarınızı söylerim. Dedem artık iyice yaşlandı. Eller, ayaklar ona itaat etmiyor artık. Kulakları çok az işitiyor, gözleri de seçemiyor artık çevresini.” dedi hüzünle. Ve sordu:
Ne oldu bu köye? Nedir bu inşaat furyası? Bu kadar bina ne zaman doldurdu ovayı?
“Güzelim bahçelere, Çay boyu ulu çınarlara ne oldu?”
“Ak Dayı önce acı acı gülümsedi, elindeki bastonla sanki yere bir şeyler yazar gibi, bir şeyler arar gibi çizgiler çizdi. Yüzü bultlandı, hüzünlendi. Anlatmaya başladı:
“Bak Kadir Hoca’mın torunu. Senin de hatırladığın gibi burası bir cennetti. Biz cennette yaşadığımızın farkındaydık ama, bu cennetin eşsiz, bulunmaz olduğunu onu kaybedince anladık. Muz bahçelerinden gelen gelirlerimiz hiç de fena değildi. Fakat yetinmedik. Daha çoğunu istiyorduk. Bunun için önce tek tük seralar yapıldı. Ovanın içinde, yeşillikler arasında kirli gümüş grisi görüntüler peydahlandı. Seralar, açık muz bahçelerine göre daha iyi gelir getiriyordu. Laf aramızda, sera muzlarının lezzeti ve kokusu, hiçbir zaman bahçelerdekinin yerini tutamazdı. Seralardan iyi verim alındıkça ( kilogram olarak) sera sayısı da hızla arttı. Öyle bir an geldi ki tüm Kaledran ovası kocaman bir plastik örtüyle kapandı. Belki iyi para geliyordu ama, eskisi gibi yoldan otomobillerle geçen gezginler durup fotoğraf çekmiyordu. Hatta, bir an önce bu acayip görüntüden uzaklaşmak için gaza basıyorlardı.
Sonra yeğenim, toprak hastalandı. Verim düşmeye başladı. Her yıl daha çok ilaç, daha çok yapay gübre kullanılıyordu. Verim sürekli düştü. Muz ağaçları henüz fidan iken hastalanıp eriyordu.
Hastalık, diğer bitkilere de geçti. İlaç gübre maliyetleri nedeniyle ithal muzla rekabet edemez olduk.
Sebze ve meyvelari manavlarda görür olduk.
“ Toprak ölmüştü. Toprak ,plastiklerin altında boğulmuştu. Toprak bize küsmüştü. Onu zehirlemiştik.”
“Artık kimse bahçesini ekemiyordu. Ekenler de bir sonuç alamıyordu. Tarlaları, bahçeleri zararlı otlar kaplamıştı. Atılmış Kimyasal gübreler onlara zarar veremiyordu.”
“Sonra yabancılar geldi köye. Karanlık yüzlü paralı yabancılar. Arazileri yok pahasına almaya başladılar. Satmayıp da ne yapacaktık?. Açlık, yoksulluk hızla artıyordu. Yeni gelenler, bu toprakta yetişebilecek tek ürünü keşfetmişlerdi; Çirkin betonarme binalar…
Gördüğün gibi işte yeğenim. Azınlığa düştük Kaledranlılar olarak. Parsel parsel gitti bahçeler. İş güç yok. Arsa satışlarından alınan paralar, yaz sıcağında kalmış kar topları gibi eridi gitti.”
“ Şimdi gençlerimizin çoğu, yapılmakta olan inşaatlarda gündelikçi olarak çalışıyorlar.
“Dedene selam söyle, ve onu buralara sakın getirme. Kaledran, onun gönlündeki, düşüncelerindeki, çektiği fotoğraflardaki gibi kalsın.?
Yaşlı adam elindeki kağıt mendille göz yaşlarını sildiler. Diğerleri de eskimiş çeketlerinin yenleriyle göz yaşlarını silip uzaklara, geçmişte kalan mutlu güzel günlere baktılar sanki.
Genç adamın da gözlerinde yaş vardı. Adamlara sevgiyle . acıyla baktı. Onların hüznünü acısını taa yüreğinde hissetti.
İleriden, orta yaşlı bir kişi seslendi:
“Baba! Hava serinledi. Seni eve götüreyim.”
Ak Dayı, sesin geldiği yöne doğru seslendi:
“Acele etme Kemal, misafirimizle konuşuyoruz.” Dedi
Kemal genç adama baktı uzaktan.
“ Kadir Hocama ne kadar da benziyor şu yabancı?” diye düşündü.
Genç adam, sırayla hepsinin elini öptü. Yaşlılar sarılıp öptüler onu.
Arabasına doğru gitti, çalıştırdı, el salladı, geldiği yöne doğru yola koyuldu.
Liman Tepesine varınca dikkatle sola yanaştı. Son bir kez dönüp bakmalı mıydı?
Karar verdi: bakmayacaktı. Çocukluğunda beynine nakşettiği o güzel fotoğrafı bozmak istemedi.
Yavaş, tana tane, duygu dolu bir sesle:
“Elveda Kaledran. Elveda Geçmişin güzel beldesi. Elveda kayıp cennet.”
Gözlerinden bir kaç damla yaş aktı. Bu yaşlar, Dedesinin gençliğindeki denizin, (,şu aşağıdaki kirli çamurun değil) berraklığındaydı. A.KADİR GÜNDÜZ